Cengizhan Obası Gökçeada Fethi



Sekiz… 8 diye yazılır, 7 ile 9 sayısı arasındaki tam sayıdır. Çift sayı olduğundan ikiye bölünebilir.
8 erkek bir araya geldik. Üstelik birbirini tanımayanların olduğu 8 erkek. 3 arabaya doluşup gece yarısından sonra yola çıktık ve yönümüzü Gökçeada’ya çevirdik.

Gökhan’la gittiğimiz Gökçeada kampının tadı damağımızda kalmıştı. Oradayken de hep “Bakırköy Team” ile buraya gelmeliyiz deyip durmuştuk.
23 Nisan hafta sonu bunun için çok ideal oldu, 3 günlük bir tatil fırsatı verdiği için. Cuma gecesi yada Cumartesi sabahı 01:30’da yola çıktık. Ben Burak ile Burak’ın arabasında, Gökhan Ulvi ile Ulvi’nin arabasında, geriye kalan Altuğ, Mustafa, Celil ve Soner ise Altuğ’un arabasındaydı. Ulvi ve Celil ekibin yeni üyeleri olarak aramıza katılmışlardı. Her arabada bir walkie-talkie olduğu için yol boyunca ki yaklaşık 6 saat sürdü, bol bol arabalar arası muhabbet yaptık.
Sonunda 8:00 gibi Kabatepe’ye varıp 9:30 feribotunun sırasına girdik. Adalar ulaşımının feribota bağlı olması çok sınırlayıcı ve vakit alıcı bir şey. Erkenden sırada olmazsan dışarıda kalırsın ve feribotlar 3-4 saatte bir olduğu için tüm gün heba olabilir.
Neyse ki zamanlamayı iyi tutturduk, hem dışarıda kalmadık hem de çok uzun süre feribot beklemek zorunda kalmadık. Zaten gece yolda geçtiği için, feribot beklerken bir süre kestirmekten daha iyi bir fikir de olmazdı.
Feribota binice açık havada ekip bir araya geldi ve yemek, alışveriş planlarımızı yapıp çay eşliğinde aramıza yeni katılanları sorguya çektik 😊
11:00 civarı adaya vardık. Direk merkeze gidip yolda oluşturduğumuz alışveriş listesine sadık kalamadık 😅 Evet evet, yanlış yazmadım, gerçekten sadık kalamadık. Kamp ateşinde kumpir yapmak için adam başı bir patates yazıp, Ulvi’nin aç kalma korkusuyla 5 kilo patates almak, közleriz bari bir iki patlıcan da alıp deyip, 5 kilo patlıcan almak, abur cubur heba oluyor sıra gelmiyor deyip 2 torba almak gibi…
Neyse can boğazdan gelir, biz de zaten boğaza yakınız değil mi?
Merkezde keçi eti ile harika mangal olacağına, köftesinin de enfes olduğuna bizi inandıran ama dediklerini hepsi yalan olan yaşlı kasap amca… Nasılsın? Biz iyiyiz. Olanları unuttuk, ama soframız sayende sönük kaldı. Boynumuz bükük kaldı desek yeridir. Neyse…😒
Kandırıkçı kasap amcadan aldıklarımız dâhil yarım ton yiyeceği arabalara tıkıştırıp yola koyulduk.
Uzunca ve dikkatli bir sürüş oldu, konvoy olunca… Yolda dere üzerinde durup kullanma suyu için portatif bidonları doldurmamız da çok iyi oldu açıkçası.
Sonunda daha önce de gittiğimiz koya varıp, yerleştik. Daha önceden işaretlediğimiz için GPS ve Yandex haritalardan destek almak iyi oldu.

Bu arada, ufak bir not, doğa yürüyüşü, dağ yolu rota takibi vs. gibi işler için telefonunuza Yandex haritaları yükleyin. Google Haritalara yada IOS Haritalara göre daha detaylı uydu fotoğrafları var. 50m mesafeye kadar epey net görüntü veriyor. Offline haritaları da çok başarılı, yani telefonun çekmediği yerde de GPS ve uydu fotoğrafı üzerinden patika, orman yolu vs. takibi yapabilirsiniz.

Günün sürprizi obamızı sembolize eden son derece efendi deney tüplerini sembolize eden bayrağımızı göndere çekmekti.
Bayrak törenini takiben kampı yerleştirdik. Kamp kamp değil maşallah otağı, yok yok. 

Masalar sandalyeler her şey tamam.
Akşama kadar yerleşim ve geceye hazırlık yaptık. Denize girmek isteyenler ona göre hazırlandı, diğerleri çevrede gezdi, bol bol odun topladık. Hatta abarttık. Neredeyse tüm kışı orada geçirebilirdik, o derece.

Bu arada bizi biraz olsa da geren bir şey oldu. Arka kasasında birkaç keçi olan beyaz bir pick up çıktı ortaya. Camları koyu renk, hayalet otomobil gibi uzaktan bizi gözetledi. Bazen yaklaştı, bazen uzaklaştı. Ama hiç insan görmedik. Sonrasında kampımızın içinden geçerek uzaklaştı. Biz de hemen unuttuk onları.

Öğleden sonra ok ve havalı tabanca ile hedef vurma talimi yaptık.
Akşam yemeğini yiyip, ateş başında sohbet ve kumpir sefasına başlıyorduk ki, uzaktan bir motor sesi ve far ışıkları göründü. Ne oluyor diye bakarken aklımıza gizemli beyaz pick up geldi tabi. Ama gelen orman muhafazaymış.

Kamp yapmanın ve ateş yakmanın yasak olduğu bir yerde kamp kurduğumuz için bizi gecenin 10’unda oradan uzaklaştırmak üzere gelmiş. Hatta derhal toplanıp burayı terk edin bile dediler. O pick up içindekilerin işi olduğu belli. Çünkü ihbar edilmişiz. Orman muhafaza memurları bizim görevimiz size bunu tebliğ etmek ama işin içinde jandarma da var onlar da yolda deyince, aha dedik, papazı bulduk.




Ama öyle olmadı, 8 medeni ve iyi eğitimli adamın ikram ettiği kahve ve sigara ile oluşan sıcak sohbet ortamı sonrası, ateşi söndürüp, ocağı temizlemek ve sabah gün aydınlanınca ormandan ayrılmak şartı ile konaklama iznini kopardık.
Komutanım, tekrar teşekkürler.
Sabah ola hayrola deyip gecenin ve yıldızların tadını çıkarttık. Sabah olunca kahvaltı sonrası toparlanıp alternatif yer aramaya başladık. Önce komşu iki koya baktık. Biri çok pis öbürü ise hiç ağaç olmayan bir yerdi.


Adanın diğer taraflarına gitmeye karar verdik. Tuz gölü civarlarında dolaşıp bazı çamurlu yolları zorladıktan sonra Eşelek civarında sahile yerleştik.

Her ne kadar bu durum bizim enerjimizi bir miktar düşürse de kampı kurup, gölgelikleri ayarlayıp, biraz deniz, biraz çay kahve biraz da muhabbetle hoop neşemiz geri geldi.
Günü olta, dalış, havalı tabaca ile hedef vurma yarışması, Okçuluk gibi etnospor faaliyetleriyle güle oynaya geçirip akşamı ettik.



Etraf çok çorak olsa da bolca yakacak bulduk, gece sorunsuz yakılacak ateş için bolca yedekleme yapabildik. Mangallar hazırlandı, özenle hazırlanan sofraya mangalda itina ile pişirilen keçi eti geldi.
Bu konuyu hemen kapatmak istiyorum.

Kandırıkçı kasap amca nasılsın? Kulakların çınlıyor mu?

Ama aç kalmadık. Yedeklerimizle karnımızı doyurduk. E ne de olsa yarım ton yiyecek var. Her arabanın her köşesinden bir poşet çıkıyor…



Neyse, yemeğin en eğlenceli anı attı.
At yani, evet bildiğin at. Epey bir at, kocaman, pırıl pırıl, bakımlı, dandik sütçü beygiri değil, yarış atı gibi… Karanlığın içinden koşarak geldi, yanımızda şahlandı, koşum takımı, eyer gibi şeyler yoktu üzerinde. 
Ulvi’nin Leyla ile Mecnun dizisinin meşhur  “at mı o?” repliğini o ortamda son derece doğal bir şekilde dillendirmesiyle, elinde çatalla atın peşinden koşan Gökhan atla beraber gecenin en büyük olayıydı. Çatalın atla alakası yok bu arada. Atı yiyeceğimiz falan yoktu. Nedense doğada hayvan görünce kendini kaybediyor Gökhan. İstemsizce hayvanın peşinden koşuyor. Bir gün biri bunu fena marizleyecek, bakalım ne zaman.
Gerçi kamp alanımızı bir atın ziyaret edeceğini tahmin etmemiz gerekiyordu. Çünkü attan yaklaşık 15 dakika önce kocaman bir kelebek gelip soframızın ve bizim etrafımızda uçup uçup gitti. Sanki ana üsten gönderilmiş bir dron gibi, keşif uçuşunu gerçekleştirdi ve merkeze rapor etti.


Gece ateş etrafında “lazer pointer”  ile duman üzerinde şekiller yapmak, sağa sola fenerle ışık tutmak, Ulvi’nin hazırladığı içkileri yudumlamak gibi aktivitelerle ilgilenirken, Celil bir oyun önerdi.
8 kişi kart çektik, 2 kişi vampir oldu, kalan 6 kişi köylü. Vampirler birbirini biliyor ama köylüler kim köylü kim vampir bilmiyor. Bir vampir 2 köylüyü yiyebiliyor ama 3 köylü bir vampire üstün. Sadece konuşarak ve ikna ederek, ortak kararla, köylüler vampiri avlamaya çalışıyor. Tabi vampir de kendinin köylü olduğunu iddia ederek saklanmaya ve diğer köylüleri manipüle etmeye çalışıyor. Amaç vampir avlamak olduğundan konsey kararıyla kartı açılan biri eğer köylü çıkarsa oyun dışı kalıyor.
İlk oyunda Celil ve ben vampir olduk. Nefis bir strateji ile köylüleri avladık ve oyunu vampirler olarak kazandık.

İkinci oyunda ne oldu biliyor musunuz? Yine biz ikimiz çektik vampir kartlarını. Yine aynı iki kişinin vampir olma ihtimali çok düşük olduğundan biraz rahat davrandık bizim üstümüze gelmezler diye. Ama Celil oyunun başında avlanınca benden iyice kıllandılar. Ve yakalandık.


Çok eğlenceli bir oyundu. Anlamadık o bağırış çağış içinde kahkahalarla saatin 2 olduğunu. Hemen yattık ve sabah sert rüzgar ve çiğ yağmış, ıslak eşyalarla uyandık. Kahvaltıyı yapıp eşyaları topladık. Bu sert rüzgar ve fırtına yüzünden feribot iptal olursa adada mahsur kalırız diye erkenden iskeleye indik.

İndik ki ne görelim, park alanı dolu dışarda da yol boyu kuyruk var.
Gişe görevlisinin tecrübesine inandık ve sorduk, park alanı dışında kalıp, yolda sıralanan araçlar girebiliyor mu?

Adam dedi ki 10-15 anca girebiliyor, sonra feribot doluyor. Bizim 3 araba var. Ve sırada 11, 12 ve 13. sıralardayız iyi mi?

Tabi ciddi bir stres başladı. Bu feribot saat 10:00’da bir sonraki 13:00’de.

Sonra feribot araçları almaya başladı. Bir bir girdi araçlar. Park alanı boşaldı. Lan dedik bize de yer var galiba. Bizden sonra belki 50 araç daha aldı feribot.

Gişedeki görevli nasılsın? Kulakların çınlıyor mu? Bize yaşattığın strese değdi mi?  Yoksa sen kasap amcanın oğlu musun? Neyse…


Eğlenceli poğaça ve çaylı bir yolculuktan sonra Kabatepe’ye vardık. Orada bir şeyler atıştırıp, kısa bir mola verdikten sonra küçük kemikli burnuna gittik. Hava çok sıcaktı. 4 kişi denize girdi av yapmak için. Kalanlar, gölgelik yapıp, çay kahve ile sohbet etti ve biraz uyudu. Öğleden sonra saat 15:00 civarı doğru toparlanıp dönüş yolculuğuna başladık.

Saat 21:00 civarı İstanbul’a vardık. Yolda bir kez küçük bir dinlenme ve İstanbul girişinde de maliyet hesaplama molası verdik o kadar.

Harika bir hafta sonu ve çok güzel anılarla dolu güzel bir kamp oldu.

Umarım tekrar bir araya geliriz.

Nisan 2018
















Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bozcaada ve tütsülenmiş Burak

Balaban'da trekking

Kındıracı İnönü