İntikam değil vuslat
İntikam değil vuslat
İğneada’ya daha önce gidip yoğun bir yağmur ile karşılaşıp
çadır yerine pansiyonda gecelemiştik ya hani Gökhan ile…
O zaman bir gün döneceğiz ve rövanşı alacağız demiştik ya…
Yok, bu o değil… Doğadan rövanş da alınmaz zaten… Latife o…
Doğa sporları son yılların modası olunca, toplu bir kamp isteği
baş göstermişti.
Biz de bu modaya uyduk. 15 kişilik bir kamp ekibi kurup, o
15 kişiye de uyan bir tarih bulduk, planlamaya başladık ama sonunda kala kala 5
kişi kaldık.
Ağustosun 3. Hafta sonu Cemre, Ekrem, Bülent ve Ethem
İğneada seyahatimize çıktık…
Aslında işin başından beri İğneada için 3 kişi vardı. Erikli
yaylası ekibi… Yani Ekrem, Bülent ve ben.
Plan ortaya atıldığı andan itibaren hiç geri atmadan bizim
yanımızda duran Cemre ve Ethem ise en büyük alkışı hak edenler. Onların
katılımıyla 5 kişi olduk.
Sabah Kadıköy yakasından başlayan buluşmalar ve toplaşmalar
sonrası Ataköy’de Ethem’in arabasına yerleşip, bagajı da eşyalarla tıka basa
doldurduktan sonra saat 8 gibi yola koyulduk.
Yolluklar boldu, güle oynaya, yolda uzun molalar vermeden 2,5
saat sonunda İğneada’ya kadar geldik. Sadece Demirköy girişinde benzin istasyonunda kısa
bir mola verdik ve nedense hazır fabrikasyon dondurma yedik.
İğneada Sahil ve Mert Gölü |
Kısa süre sonra İğneada’ya vardık. Etrafta biraz dolaştık,
sahile indik, Mert Gölünün kıyısında yürüdük. Sonra bir daha dondurma yedik. Bu
seferki İğneada’nın meşhur dondurmasıymış. İlk geldiğim zamandan beri epey
değişmiş. Daha fazla yeni ve yüksek bina yapılmış. Daha önce oturduğum tepedeki
çay bahçesi ve yanındaki park kaldırılmış. Deniz kenarında sahil düzenlemesi ve
halk plajı inşaatı başlamış. Etraf çok kalabalık değildi ama günübirlik
gelenlere hitaben deniz, kumsal, piknik vs. eşyaları satan bir sürü yeni dükkan
açılmış. Tam arabaya binip hareket edecektik ki bu seferde işporta kokoreç
yemeğe kalktık. Neyse, zaten yiyip içmeden olmaz ki, gezmeye geldik.
Sonrasında Ethem’in eskinden birlikte çalıştığı, şimdi
emekli olan ve emekli olduktan sonra İğneada’ya yerleşen Mehmet abiyi bulmaya
karar verdik. Elimizde telefonu falan yoktu ama otogara yakın olan kahveye
gidip kendisini sormaya karar vermiştik ki kahvenin önünde önümüze çıktı. Çok
misafirperver davrandı. Bizi ağırlamak istedi, kısmen pansiyona çevirdiği evine
götürdü, etrafı bir daha gezdirdi, İğneada Limanı ve Liman köye götürüp oradaki
lokantaları gösterdi. Kahvede oturup birer çay içtik. Hamam Gölü ve Bulanık
Deresi boyunca yürüyüş yapıp kumsaldan denize gireceğiz dediğimizde,
kahvehanenin sakinleri bize korku filmlerinde herkesin öldüğü yere giden
gençlere bakar gibi baktılar. Geyik sinekleri dediler, çok saldırgandırlar ve
ısırınca can yakar dediler. Kimse gitmez oralara dediler. Tabi biz dinlemedik.
Sonra da Mehmet abi bizi Longoz Ormanları Milli Parkının içine
kadar bıraktı.
Ekip ve Mehmet abi |
Planımız Longoz ormanlarında yürüyüş yapmak, Lost adası
setine bezeyen kumsalda denize girmek, sonrasında da Demirköy Balaban civarında
orman içinde kamp kurmaktı.
Milli Park girişi elden geçirilmiş, tabelalar ve yön
işaretleri konulmuş, göllere giden yollar ve patikalar işaretlenmiş. Günübirlik
gelen piknikçiler için ideal bir hale gelmiş ama bizim gibi daha fazla el
değmemiş doğa isteyenlere göre bozulmuş. Gerçi etraf sakindi pek kimseler yoktu
ama nedeni az sonra belli olacaktı.
İlk aşamayı, arabayı yol kenarında uygun bir yere bırakıp
Hamam gölü ve hemen hemen hiç suyu kalmamış Bulanık deresini takiben orman içi
yürüyüş ile başlattık.
Hamam Gölü |
Sineklerle ilk burada tanıştık. Önce bizi pek umursamıyor
gibilerdi. İlerledikçe saldırılar arttı ama güzel bir yürüyüş ve bol bol
fotoğraf sonrası sonrası sahile vardık.
Sahil, birkaç deniz çöpü ve yarısı yok olmuş sandal dışında hiç
el değmemiş, en ufak bir insan izinin olmadığı çok değişik bir yer. Turkuaz
renkli devasa dalgalı köpük köpük deniz, açık renk kumlu geniş bir kumsal ve
kumsal sonrası birden bire başlayan sık örtülü Longoz Ormanı, tıpkı Lost
dizisinin adası gibi.
Sahilde biraz güneşlendik, denize girdik, mısırlarımızı
yedik ve kum üzerinde birinci geleneksel! Longoz olimpiyat oyunlarını icra
ettik. Taş atma, sopa fırlatma, patlak plastik topa vurma gibi oyunları
karşılıklı hile hurdalar sonrası kazanan çıkmadı. İğneada içinde çok
oyalandığımız için kumsalda fazla zaman geçiremeden dönüşe koyulduk.
Az önce gafil avlanan geyik sinekleri bu sefer
hazırlıklıydı. Ormana adım attığımız anda muazzam bir saldırıyla karşılaştık.
Geyik sineği denen varlık adını hak eden bir performans sergiliyor. Geyik
derisini bile delip geçen ısırığı kıyafetlerin üzerinden derimizi deldiği gibi
yanımızda bulunan havlulara sarınıp yürümemize rağmen buldukları en ufak
açıklıktan bile bizi çılgınca ısırdılar.
Sonunda ormandan çıkıp arabaya ulaşınca büyük bir zafer
kazanmış gibi olduk.
İğneada’ya dönüp kamp için eksik kalan yiyecek içecek
alışverişimizi tamamlayıp Demirköy ve Balaban köyü yönüne ilerledik. Kısa
sürede harika bir kamp yeri bulduk.
Aslında teknik olarak kamp kurmaya hiç uygun bir yer değildi.
Dere yatağı kenarında, taşkın sınırları içinde kalan bir yerdi, eğer tepelerde
şiddetli yağmur yağacak olsa çadırlarımızı sel altında bırakacak bir yerdi.
Suyun akış yönünün tersine ağaç gövdelerine takılıp kamış birçok dal parçasından
bunu anlayabiliyorduk.
Seçtiğimiz yerin hemen yakınında bir tane kır lokantası
vardı. Oradaki yapılacak olan düğün için hazırlıkların sesi uzaktan gelse de
bizi fazla rahatsız etmedi.
Ethem böyle zamanlar için aldığı Nissan X-Trail’in hakkını
verdi ve dereden geçirip kamp yerinin yanında kadar getirdi.
Eşyaları boşalttık. 4 çadır, masalar, sandalyeler Ethem’in
getirdiği tam teşekküllü bir mangal seti ile eksiksiz bir kamp yeri oldu.
Güzelce yerleştik, Bülent ateş ve ocak işini üstlendi, Ethem mangalı hazırladı,
geri kalanlar da yemek hazırlığına girişti.
Yemek sonrası kamp ateşi başında nefis sohbet ve güzel bir
uyku çektikten sonra sabah kahvaltımızı yapıp (elbette sucuklu yumurta) yola
koyulduk.
Bu sefer amacımız Dupnisa mağarasına ulaşmak ve mağarayı
gezmek ama asfalt yoldan değil, toprak yollardan hatta olmayan yollardan
ilerleyip Nissan’ın sınırlarını zorlamak... Dillere destan bir off-road oldu. Yolda
durup durup böğürtlen yedik. Yolu kapamış devrik bir ağacı kesip yolu açtık. Arabayı
daha fazla ilerletemeyince inip yürüdük. Sonunda mağaranın bulunduğu vadinin
üstündeki tepeye ulaştık ama arabayı oraya kadar çıkaramadığımız ve 1 saatten
fazla yürüdüğümüz için daha geç olmasın diye geri dönmeye karar verdik. Eğer
aşağı yürüsek, mağarayı gezsek sonra da tekrar arabayı bıraktığımız yere
ulaşmak için tepeye tırmanıp insek hava kararmış olacaktı. Çok yakına gelmemize
rağmen mağaraya gitmekten vaz geçmemiz gerekliydi.
Böylece bir İğneada maceramızda daha eksik bir şeyler kaldı.
Yani ileride buralara tekrar geleceğiz.
Tepeye tırmandığımız yolu geri indik ve arabaya ulaştık.
Geldiğimizden farklı ama biraz daha kolay yolardan asfalta ulaştık, Çukurpınar,
Üsküp ve oradan Pınarhisar’a ulaşıp küçük bir lokantada köfte yedikten sonra İstanbul’a
doğru yola çıktık.
Eko’nun saatlerce atamayıp kucağında gezdirdiği çöp torbası, Cemre’nin dönüş
yolunda birbirimize güzel sözler söyleten oyunu ve X-Trail’in parçalanmış
çamurluğunu koli bandı ile onarmak güzel gezimizin sevimli süsleri oldu…
Yorumlar
Yorum Gönder