Kındıra

Zor bir kış olacak diye bizi korkuttular.

Yok havalar çok soğuk olacak, yok güneşe hasret kalacaksınız, yok yeni varyantlar türeyecek, yok Covid vakaları coşacak …

Biz de inandık bilim adamlarına, düştük yollara. İyi ki de düşmüşüz zira bu yazı kaleme alınırken aradan geçen 5 ayda yukarıda bahsedilen her şey gerçekleşti. Burnumuzu çıkaramaz olduk.

Üzerine bonus olarak ekonomi çöktü, döviz fırladı, enflasyon azdı, bir keyfimiz kalmıştı kamp, o da artık lükse girer ordu.

Bu sefer ekip dar, ekibin kodu “Kındıra”, çünkü gittiğimiz yerin adı o. Ekip elemanları Burak, Ulvi, Gökhan ve ben.


Ekimin son haftasına karar kıldık, havalar iyice buza kesmeden…

Planı Gökhan yaptı. Hedefi Bolu civarı yaylalar olarak belirledik. İlk olarak Çiğdem Göleti ve Turnalık Yaylası dedik.

Temel malzeme, iki çadır, tabureler ve hazır yemeklerden oluşan bir beslenme şekli ile plan yaptık. Amaç araba ile belli bir noktaya gidip, gerekirse çantalar ile uygun bir kamp alanına yürümekti. Tabi arabaya yakın bir yerde kamp yapabilecek bir alan bulabilirsek de çok iyi olur dedik.

Burak’ın Duster ile cumartesi sabah beni almaya geldi Burak ile Gökhan. Oradan Anadolu yakasına geçip Ulvi’yi de aldık. Ulvi’nin burgu kılıfını da o zaman teslim ettim. Ona da sürpriz oldu.

Önce İzmit’te sabah çorbası için Maçka İşkembe’de mola verdik. Vay anam vay, o ne şahane çorba ve tatlı partisi oldu anlatamam. Öyle güzel yedik ki, acaba birkaç saat gezip geri gelsek de bir daha mı yesek diye içimizden geçmedi değil.

Neyse efendim, son market alışverişimiz ile su ve ekmek tedarikimizi de yapıp yola çıktık. D100’den Hendek’e kadar gelip oradan vurduk kendimizi dağlara. Şahane manzaralar eşliğinde yavaş yavaş tırmanıp öğle civarı ilk mekanımıza vardık.

Çiğdem Yayalası ve Trunalık Göleti… Batı Karedenizin hemen hemen tüm yaylaları gibi, oldukça fazla ve çirkin yapılaşma vardı. Biraz etrafta dolaşalım da keşif yapalım diye düşünüp, arabayla tepelere doğru tırmandık. Ara patikalardan birinde arabayı bırakıp önce kısa bir çevre yürüyüşü yaptık sonra da öğle yemeği atıştırmalıklarımızı yedik. Bu arada şehir modundan kamp moduna da orada geçtik. Malzemeleri kuşandık vs. tabi aklımızda arabayı bırakıp çantalarla bir miktar ilerleyip uygun ve elden ayaktan ırak bir noktada kamp yapma hayali var ya, o yüzden hazırlandık aslında.

Etrafta gezinip, mantarlara bakıp, Çiğdem yaylası ve göletini tepeden gören yerlerden fotoğraf çektikten sonra buraların bizim istediğimiz gibi olmadığına karar verdik.


O sırada Yandex haritalarda Çiğdem Göletinin biraz daha ilerisinde bir yayla daha gördük. Adını sanını bilmediğimiz bir yer. Mesafe de fazla değil, haritadan takip ede ede vurduk Duster’ı yollara.

Bir yaylaya vardık ki aman Allahım. Sanki bir tablo. Burası İsviçre olsa beğenirsiniz derler ya, işte tam da öyle bir yer. Görür görmez hayran kaldık. Zaten anında oraya kamp kurmaya niyetlendik ama etrafı biraz dolaşmadan da olmaz dedik. Elbette yine çoğunluğu derme çatma çirkin yayla evleri var etrafta ama diğerleri kadar rahatsız edici değil.




Civarda yürürken, yayla evinin bahçesinde çalışan bir abiye denk geldik.  Onunla sohbet edip, sorular sorduk. Adamın işine, eşine, evine salça olmadık. Sizi rahatsız etmezsek buralarda kamp yapmak istiyoruz dedik, izin istedik. Adam bize önce çay ikram etti, sonrasında da adeta kol kanat gerdi kampımız boyunca…

Burada kısa bir parantez açmak gerek. Bizim gibi şehirliler, böyle kırsala gidince oranın yerlisini ne kadar çok rahatsız ettiğinin farkında değil. Doğa, ülke hepimizin… Buna, orada yaşayanlar dahil, kimsenin itirazı yok. Ama orası o insanların evi. Gidip canının istediği gibi sağda solda tepinip, motosikletlerle, 4x4 araçlarla gürültü yaparak, yüksek sele müzik çalarak orada yaşayanları canından bezdirmenin de alemi yok. Zaten hakkı da değil kimsenin.

Biz hafta sonu gelen züppelerin yaptığını yapmayıp, yolcu olduğumuzu bilip, hancıdan destur isteyince, tüm kapılar ardına kadar açıldı.

Önce civardaki boş evlerden birinin yanına arabamızı çekip onun yakınında kamp kurmamıza ses çıkartmadılar. Sonra onların odunlarını kullanmamıza izin verdiler. Yiyecek içeceğimizi paylaşmak isteyince yemeğe davet ettiler, sonunda da akşam çok soğuk oluyor deyip evlerine yatıya davet ettiler. Biz insanlık gösterince onlar bizi baş tacı etti.

Biz kimseye yük olmak istemezdik. Zaten amacımız da kamp yapmak. Havanın soğuk olacağını da biliyorduk. Artık ekim aynın sonu, irtifa 1200 mt, gece neredeyse sıfıra yakın bir sıcaklık ya da soğukluk olacağını biliyorduk.

Hazırlıklarımızı da ona göre yapmıştık zaten. Bulunduğumuz yer o kadar güzeldi ki çantaları sırtlayıp dağ tepe yürümeye gerek yok dedik.

Arabayı yanaştırıp, çadırlarımızı kurduk. Ateş yakmak için ocaklık hazırladık. Sonrasında da etrafta dolaşmaya çıktık. Biraz keşif yaptık, ağaçları arasında mantar aradık, çam reçinesinin faydaları üzerine konuştuk vs.




Derken aramıza ormanda kesim yapan orman işçilerinin şoförlüğü yapan bir abi daha katıldı. Ateşin başında orada yaşayan diğer abi ile birlikte, sohbet edip, kahve içtik.

Sonra bir başka yayla sakini elinde kanlıca mantarı dolu bir torba ile çıkageldi. Tam da bizim bulmayı umduğumuz ama bulamadığımız, bulsak bile toplamaya ya da yemeğe cesaret edemeyeceğimiz şey.

Serdar Kılıç üstadın dediği gibi; her mantar yenebilir ama bazıları sadece bir kere. Adı köy göçüren olan ve yenilebilen mantarlara çok benzeyen ama adından da anlaşılacağı gibi koca bir köyü tahtalı köye gönderecek kadar zehirli mantarlar da olunca, uzmanlaşmadan mantar avcılığı yapmak, ya da bir üstadın yanında iyice tecrübe edinmeden bu işlere kalkışmak, intihardan farksız.

Neyse, gelen yayla sakini mantarlarını bizimle paylaştı, şahane bir mantar sote yaptık ve hep beraber afiyetle yedik.



Akşam olunca hava ciddi anlamda soğudu. Burak ve ben, Burak’ın çadırında kalacaktık. Gökhan ve Ulvi ise benim küçük çadırında kalacaklardı. Gökhan ve Ulvi hala biraz yaz havasında olduklarından, iş yatıp uyumaya gelince zayıf malzeme yüzünden soğuğu çok hissettiler ve gecenin bir yarısı bize daha önce önerilen yayla evine gittiler.  Benim ufak çadır da aslında yazlık bir çadır. O nedenle ısı yalıtımı düşük. Seçilen uyku tulumları ve matlar da zayıf olunca gece uyumaları çok zor oldu.

Aslında tercih edilen malzemenin yazlık gibi olmasının nedeni, hafif ve az yer kaplayan malzemeler olması idi. Çünkü aklımızda yürüyüş yapmak ve ıssız bir yerde kamp kurmak vardı. Bu nedenle çantaya sığabilecek hafif malzeme ile gelmiştik. Bu tercih Gökhan ve Ulvi’nin geceyi çadır yerine yayla evinde geçirmesi ile sonuçlandı.

Gece, bir yayla gecesi ne kadar şahane geçebilse o kadar şahane geçti. Başımızın üzerinde pırıl pırıl yıldız dolu bir gökyüzü, arada gelip geçen sis, hafif yağan çiğ, gürül gürül yanan ateş ve birbirini çok iyi anlayan 4 arkadaşın harika sohbeti…




Sabah olduğunda mükemmel bir hava karşıladı bizi. Güneşli ama ılık. Ne üşüten ne de terleten bir hava vardı.

Etrafı toparlayıp biraz da civarı gezelim diye yola çıktık. Bize dün arkadaşlık eden orman işçilerini taşıyan pickuplı abi de aramıza katıldı. Zaten bu gezi de onun fikri idi. Çevredeki diğer yaylaları ve eski orman gözlem kulesini göstermek istedi. Biz de zevkle kabul ettik.





Bir süre gittikten sonra yakındaki bir başka yaylaya ulaştık. Kındıranın eline su dökemez. Sonrasında da orman gözlem kulesine ulaşacağımız sapağa geldik. Bir patikadan yürüyüp bulunduğu tepeye çıkacaktık. Bir baktım telefonum yok. İşin pis kısmı telefonu sessize almıştım. Sinyal gelip gittikçe bip bip ötmesinden rahatsız olduğum için. Telefon çalıyor ama sesi kısık olunca bir türlü bulamadık. Ormancı abi beni aracı ile Kındıra’ya geri götürdü. Oralarda dolaştık ama bulamadık. Kös kös geri dönük. Burak’ın arabayı son bir kez daha aramaya karar verip, arka koltuğun oturma yeri ile yaslanma yeri arasına elimi sokunca koltuğun arkasındaki plastik boşlukta elime geliverdi telefon.

Sen cebimden çık, koltuğun arasından geç ve o arkadaki plastik hazneye düş. Bravo. Bilerek oraya sokmaya çalıştım, düşmedi… Hani bir laf vardır ya Allah sevdiği kuluna eşeğini önce kaybettirir sonra buldurur diye… Beni seviyorsa eğer hiç kaybettirmese daha iyi.

Sonra patikadan tırmanıp, bizim ekibin kalanını buldum. Öncesinde başını alıp ormanın içine giden Gökhan’ı da…

Kule ya da gözlem evi, adı neyse, uzun zaman önce terkedilmiş bir harabe. Ama ilginç bir yapı. Etrafındaki orman büyüyüp gelişince işlevini kaybetmiş ve terkedilmiş. Geçmişte hem yangınları hem de kaçak ağaç kesenleri ve avcıları gözetlemek için kullanılıyormuş. Orman koruma muhafızları bütün bir kışı orada geçirirmiş.




Sonrasında bizle arkadaşlık eden herkesle vedalaşıp dönüş yoluna koyulduk.

Yol üzerinde Çamlıca Gölü ve Keremali yaylasını da görelim dedik.

Çamlıca Gölü etrafındaki bungalov benzeri evler ile daha çok Sapanca Gölü gibi bir mesire alanı. Lokantalar, piknik alanları falan var. Doğası harika, çok güzel foroğraflar çektik ama bizim gibi kamp düşkünleri için çok da uygun değil. Ulaşımı çok kolay, asfalt yollar ile kolayca ulaşılabiliyor, dolayısıyla da piknikçiler ve günübirlikçiler tarafından işgal altında.




Yani eş dost arkadaş, piknik yapıp, plastik topla voleybol oynamak için şahane bir yer. Özellikle tenha olacağını varsaydığım hafta arası ve serin günlerde. Ama onun dışında gidelim de bir kamp yapalım şurada denecek bir yer hiç değil. Çıkınımızda bulunan öğle yemeklerini de burada, ayaküstü mideye indirmeyi ihmal etmedik.

Sonrasında da Keramali yaylasına uğradık. Durmadık bile. Adı yayla da kendi yeşillikli bir sürü evin olduğu sıkış tepiş bir yer. Listemizde olup da görülmesi gereken yerler arasındaydı. Artık o listenin bir yanındaki listede, yani bir daha uğranmaması gereken yerler listesinde yerini aldı. Fotoğraf dahi çekmedik.

Akşamüzeri kendimizi yola verip İstoş’a dönüşe geçtik. Elbette TEM e girince muazzam bir kamyon ve TIR terörüne maruz kaldık ve ilk fırsatta Kuzey Marmara Otoyolu’da geçip oradan Ulvi’yi bırakmak için Çekmeköy’e vardık.

Sonrasında da beni bırakmak için Kağıthane…

Her zaman olduğu gibi mükemmel anılar biriktirdiğimiz, harika bir yayla kampı oldu. Önümüz kış, yine birtakım kısıtlamalar vs. olabilir korkusu ile kendimizi sonsuz beton ormanına kapattık.

Ancak şunu not etmeden de geçemeyeceğim. Doğası ve yapısı ile “Kındıra” bugüne kadar gördüğün en harika yayla. Ama yaz aylarında değil. Sonbahar veya ilk baharda havalar serin iken gitmek gerek. Yazın muhtemelen metrekareye on bin kişi falan düşüyordur.

Ekim 2021


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bozcaada ve tütsülenmiş Burak

Balaban'da trekking

Kındıracı İnönü