Hapşırık Bey ile Sakar Efendi

Nisandaki kampın üzerine bir de mayıs ekleyelim dedik Gökhan’la...  Daha önce gittiğimiz ve çok memnun kaldığımız Kerevizdere’ye gitmeye karar verdik.
Yanımızda Ulvi’de vardı. Ulvi yemek konusunda epeyi becerikli ve her şeyden önemlisi istekli olduğu için, kampın temasını “daha yiyelim hey hey” olarak belirledik.
Planımız Cuma akşamı yola çıkmaktı. Ulvi önceden yiyecek içecek alışverişini yapacak, kamptaki ziyafet için her tür hazırlığı tamamlayacaktı.
Elbette işler yolunda gitmedi.
Ulvi’nin ufak tefek ailevi sıkıntıları sebebiyle istediği hazırlığı yapamadı. Alış verişi de olabildiğince tamamladı. Yine benzer sebeplerden yola akşam değil de gece çıkabildik. Neyse ki gece yarısından sonraya kalmadık.
Melih Öge’de gece çorbası için durduk. Güzel birer çorba ile enerji depolayıp yola devem ettik.
Gece yarısından sonra Eceabat’a vardık. Harika bir hava ve nefis bir ay vardı. Ortalığı neredeyse gündüz gibi aydınlatacak kadar ışık veriyordu dolunay…
Sonrasında müzik ve muhabbet eşliğinde deniz kenarında sohbet edip hava aydınlanıncaya kadar arabada uyuduk. Böylece günü kaybetmeden kamp alnına gidebilecektik.

Hava aydınlandıktan sonra Alçıtepe köyüne gittik. Ekmek ve su gibi son kalan eksikleri tamamlayacaktık. Durduğumuz bakkalın ekmek dolabını boş gören Gökhan, bakkalın önünde oturan yaşlı amcaya korkuyla “ekmek gelmeyecek mi” diye sorunca amca “ekmek bi sana mı lazım, bütün köy aç mı kalacak, gelecek elbet, eli kulağındadır” deyiverdi. Biz kahkahadan yerlerde yuvarlanırken tam o anda ekmek arabası gelince amca “al işte gözün aydın geldi ekmeklerin” deyiverdi.
Bunun üzerine amcayla biraz sohbet etmeden olmazdı. Oradaki kahvede birer çay içip biraz sohbet ettik. Sonrasında kullanma suyu için yakındaki çeşmeden portatif bidonu doldurup yola koyulduk.
Kerevizdere kıyıya direk erişim olmayan, arabayı biraz uzakta bırakmamız gereken bir yer. Elimizde de epey yük var. Ne yapalım, mümkün olduğunca fazla yüklenip tüm malzemeleri ve yiyecek içecekleri aşağı taşıdık. Ama yine de iki tur yapmamız gerekti.
Geçen sefer orada bulduğumuz masa durduğu için masa sandalye taşımaktan kurtulduk. Bir de mutfak tezgâhı gibi bir şey eklenmiş. Hem ocağı rüzgârdan koruma hem de üzerine ıvır-zıvırı yerleştirmek açısından çok faydalı oldu.
Bu kampın olayı milli park sınırlarına girip, Ulvi’nin açık havada çam ormanına maruz kalmasıyla başladı… Hapşırık krizleri… Neredeyse her 10 dakikada bir seri hapşırık krizleri geçirdi. Özellikle çam polenleri etkiliyormuş. Aynı polenler herhalde Gökhan’ı da etkiledi ki o da durmaksınız bir şeyleri devirip dökerek bize eğlence çıkardı. Biri bir kenarda hapşırıp dururken diğeri başka köşede bir şeyleri kırıp dökmekle uğraşıyordu… Bayağı bir güldük kendi kendimize…

Yerleştikten sonra önceliğimizi odun toplamaya verdik. Çalı çırpı yerine kalın dallar ve odunlar toplayıp onları işlemeye karar vermiştik. Bu konuda kendimizi geliştirme şansımız oldu bu sefer. Çapı 8-10 cm kadar olan odun parçalarını testere ile 30-35 cm’lik parçalara bölüp sonra bu parçaları enine yarıp 5-6 parçaya bölerek ince uzun odunlar yaptık. Böylece ateşi sürekli besleyecek ve kolay yanacak yakıtımız oldu.


Ayrıca kuru çam kabukları, çam reçinesi rendesi ve ince kıyılmış çam parçaları kullanarak, magnezyum çubuğu ile ateş yapmayı da becerdik. Hem de birkaç kere. Bir daha anladık ki mesele tamamen kullanılan kavın ne kadar kuru olduğu…

Gökhan zıpkın avı için dalışa gidince biz de hem biraz uyuduk hem de akşamki kamp yemeği şölenine hazırlandık.

Ben hamak için cibinlik almıştım. Onu da test ettim. Böylece bu sene için planladığımız yürüyüş turunda çadır ve mat taşımadan sadece uyku tulumu ve cibinlik ile geceyi geçirmeye hazırız…
Akşam yemeğimi şölene dönüştüren menümüz ise şöyleydi… Marine edilmiş kuzu kaburga eti, közde patlıcan ile salata, közde sebzeler ve kumpir… Gökhan balıkla gelince menüye bir de “alevde ızgara balık” eklenmiş oldu.


Akşamın eğlencesi ise telefon üzerinden “Ölümlü Dünya” filmini izlemek oldu.
Çok geç olmadan yattık ve oldukça iyi bir uyku çektik.



Sabah her zamanki şampiyonaların kahvaltısını sucuk, yumurta, tereyağı, reçel, domates, salatalık, biber, peynir çeşitleri vs. eşliğinde yaptıktan sonra, yüzme, havalı tabaca ile hedef çalışması gibi etkinliklerle günü tamamladık.






Akşamüzeri yola koyulduk. Yol üzerinde Keşan’a yakın PO istasyonda durup hem arabayı yıkadık hem uzun yol öncesi biraz dinlendik. Termosta bulunan çayımızdan içip derme çatma piknik masasında oturuyordum ki Gökhan gelip benim tarafıma yüklenip de masa devrilir gibi oldu ve çay üstüme başıma döküldü.  Tam da Gökhan’ın bacağına kaynar suyu döküp kendini nasıl haşladığını konuştuğumuz ve güldüğümüz günde, bu sefer beni haşlamaya kalkması günü başka eğlencesi oldu.  Neyseki çay çok sıcak değildi de haşlanmadım.
Sonrasında yola çıktık.


Gece yarısına doğru İstanbul’a vardık. Yolun ikinci yarısında direksiyonda Ulvi vardı. Gökhan sürekli uyudu. İstanbul’da trafiğe yakalanınca yolun son kilometreleri uzun sürdü. Bir de yakıt o kadar azaldı ki strese girdik. Ama neyse ki yakıtın son damlaları ile Kâğıthane’de benzinciye yetişebildik.
Mayıs 2019




Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bozcaada ve tütsülenmiş Burak

Balaban'da trekking

Kındıracı İnönü