Rüzgârgülü

Atillasız olmazdı zaten. Bu sefer özellikle onunla gitmek istedik.
Yola çıktık her zaman olduğu gibi sabahın ilk ışıkları görünmeden önce, ama bu sefer nereye gideceğimize karar vermeden çıktık yola.
Elbette yönümüz Gelibolu yarımadası ama adanın neresi? Onlarca seçenek var.
Aklımızda geçen sefer keşfettiğimiz Domuz dere olsa da hava raporları şiddetli lodos fırtınası bildirdiği için Boğazın kuzey kıyısında olmak bizi çok zor durumlarda bırakabilir diye vaz geçip yolda seçenekleri tartıştık.
Marmaraereğlisi'ndeki o kazıkçı yerin tuzağına düşmedik… Tekirdağ Yayoba’da kısa bir tost çay molası verip sabah saat 10 civarı vardık milli parka. Ama orası mı burası mı deyip bazı yerlere girip çıkınca yine saati öğlen yaptık ve Despot koyuna yerleştik.
kamp alanı

Tüm malzemeler yanımızda, tam malzeme, yağmur koruma, ipler, direkler, brandalar vs. görsen Orta Asya’dan Anadolu’ya gelmiş Türk boyu zannedersin…
Üstelik yiyecek içecek de tamamen İstanbul’dan alındı. Sadece ekmek ve suyu yoldan aldık. Yoldan dediğim de önce Gelibolu girişinden su ve biraz ekmek, daha sonra Tayfunköy’den daha da ekmek… Ama ne yapalım, aç kalmak korkusu biraz abarttırıyor insana. Sanki seferberlik ilan oldu da satılan son ekmekleri biz alıyoruz…
Neyse, Cumalı köyü ve Tayfunköy yolu üzerinden bir iki koya inip çıktıktan sonra Despot koyuna geldik. Büyük ve geniş bir kumsalı olan ardını sert tepelere yaslamış iki ucunda dik kayalıklar olan oldukça güzel bir koy burası. Yazın on binlerin akın ettiği bir günübirlikçi cennetiymiş. Kışın gidince birkaç balıkçı dışında kimsecikler olmuyor etrafta. Kıyıya köşeye istiflenip brandayla korumaya alınmış balıkçı eşyaları dışında, koyun sağ tarafındaki burnun önünde bahçe içinde çok güzel bir taş balıkçı evi ve tatlı su kaynağı var. Yol boyunca da birçok su kaynağı vardı. Ama biz yine de şişelenmiş suyumuzu yanımızda taşıdık.
Arabayla koyun içine kadar insek de sahile kadar ilerleyemedik. Koydaki köylülerden öğrendiğimize göre bu kış o kadar çok yağmur yağmış ki bütün yollar darmadağın olmuş. Biz de sahile 200 metre kadar bir mesafede arabayı bırakmak zorunda kaldık. Ve tüm otağımızı sahile taşımak zorunda kaldık.
Sahilde bir karavan vardı. Sahibi bir süre önce indirmiş, bir daha da çıkartmamış. Zaten eski püskü kırık dökük bir şey… Orman muhafaza kaldırmak istemiş o koca karavanı yokuş yukarı çekecek bir araç olmayınca bırakmışlar orada… Belli ki sahibi gelip arada kafa dinliyor, kendisine Saroz Koyu kenarında denize sıfır bir yazlık yapmış olmuş…
Biz de çadırımızı o karavana yakın bir yere kurduk. Ancak bu koyda ağaç altı yerler sahilden uzakta ve etrafta fazla yakacak bir şey yok.
Gerçi yine de büyükçe bir ağacın altına yerleştik, karavancıların inşa ettiği derme çatma lavabo ve mutfak evyesine de yakın konuşlandık… Çadır biraz arkamızda mutfak ve oturma eşyalarımız deniz tarafında.
Her zaman olduğu gibi önce klasik kahvaltımız ile başladık. Sucuklu yumurta, peynir, zeytin vs…
Sonrasında da eğlenmeye geldi sıra.
Bu kampın eğlencesi havalı tabanca… CO2 tüpü ile çalışıp 4,5 mm çelik bilyelerden atan bir havalı tabanca aldık. Zamanımızın çoğunu elbette sağdan soldan bulduğumuz ıvır zıvırı delik deşik etmekle geçirdik.
havalı tabanca ile atış eğitimi

Ben Kağıthane’den enfes antrkot almıştım. Acaba dedik, kuyu kebabı gibi pişebilir miyiz? Gökhan dalış malzemelerini kuşanıp zıpkın yapmaya gidince biz Atilla ile bulabildiğimiz kadar odun toplayıp küçük bir kuyu kazdık. Kuyunun içine düz taşlar yerleştirip üzerinde ateş yaktık. Sonra oluşan küllerin üstüne tava içinde etleri yerleştirip üzerini dallarla örtüp kalan yerleri de toprakla kapadık. Çok verimli olmadığı belliydi, hem bolca açıklık kaldı, hem de kuyu içindeki ateş çok yetersizdi. Yine de bir saat beklettik eti kuyuda… Çıkardığımızda hafif pişmiş gibiydi. O arada akşam yemeği sofrasını da kurmuştuk. Güç bela bir ateş daha yaktık yemeklik, hafif pişmiş etleri mangal telinde güçlü ateşle tekrardan pişirince tüm zamanların en inanılmaz ızgara etini yedik.
kuyu kebabı kuyusu
enfes soframız
 Gecemiz bol muhabbet, içki ve müzikle geçti. Günün yorgunluğun etkisiyle bir süre sonra yatmaya karar verdik. Ama bu arada hafif hafif rüzgâr da kendini hissettirmeye başladı.  Lodos fırtınası var diye Saroz’un kuzey kıyılarına geldik ama arkamızdaki tepelerden aşağı akan rüzgâr öyle şiddetlendi ki bir sandalyeler masalar uçuşmaya başladı.
Çadırı, tenteyi ve direkleri iplerle iyice sabitledik ve yattık ama uyumak ne mümkün. Rüzgâr esmeyi bıraktı gürlemeye başladı. Bir süre sonra tepemizdeki yağmur tentesini söküp attı. Üstelik de köşesindeki bağlantı deliğini parçalayarak.
fotoğrafta çok belli olmasa da gece ay etrafı aydınlatıyordu
gece her yer ışıl ışıl
Tabi gecenin bir yarısı kalktık, hava aydan ötürü oldukça aydınlıktı, neredeyse ışık kullanmadan tenteyi, ipleri ve direkleri topladık, dağılan masa sandalyeyi sabaha bırakıp tekrar çadıra döndük.
Çadır sanki çadır değil rüzgârgülü. Nasıl bir gürültü nasıl bir sallantı nasıl bir çalkantı içinde üç adam var neredeyse uçuracak. Uymaktan zaten vaz geçtik de bari uçup gitmesek derken çadırın direği parçalandı… Bir süre sonra az da olsa hafifledi rüzgâr ve yarım yamalak kestirebildik.
Sabah kalkar kalkmaz hasar tespit çalışması yaptık. Köşesi kopmuş branda ve yerlere saçılmış masa sandalye dışında bir sorunumuz yoktu.
bir kampın olmazsa olmazı kamp ateşidir
Kahvaltımızı yaptık, tabanca ve geçen sefer de yanımızda olan sapan ve ok ile oynadıktan sonra Gökhan dalışa gitti. Biz de Atilla ile olta atıp koy boyunca yürüyüş yaptık, balıkçı barakalarını dolaştık su kaynağına gittik, etrafı keşfettik, Çanakkale savaşlarından kalma beton sığınakları gezdik…
kumsal ve beton makineli tüfek yuvası
Öğleden sonra hafif bir atıştırmalıktan sonra dönüş yoluna geçtik.
Her zamanki gibi sürprizlerle dolu bir yolcuğu da Atilla ile yaşamış olduk.
Mart 2018

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bozcaada ve tütsülenmiş Burak

Balaban'da trekking

Kındıracı İnönü