Şehitlerin Kanatları Altında

Şehitlerin Kanatları Altında.

Bu sefer de rota Gelibolu Milli Parkı. Seçilen mekân ise Zığındere. Ati gelemediği için sadece Gökhan ve ben varız. Sabah 5’te yola çıkıp, 9 civarı Gelibolu’yu geçip milli parka girdik. Yolda kısa bir tuvalet molası dışında hiç durmadık. Ekmek ve su alışverişimizi Eceabat’ta yapıp, kafamızda belirlediğimiz noktaları keşfetmek için dolaşmaya başladık.

İlk nokta Domuzdere. Kerevizdere’nin biraz öncesi, hatta komşu koy sayılır. Yol aynı şekilde tarla içinden geçip yağmur ve sel ile bozulmuş kayalık olarak devam ediyor. Sahile 500 metre kadar bir mesafede durup arabadan tüm malzemeyi taşımak gerekiyordu. İçinde akan bir dere olması, küçük bir ağaç altı kuytu çadır yeri olması ve sudaki anaforun bolca balık barındırma ihtimali cezbetse de o yokuş boyunca 6 çanta malzemeyi taşımak zor geldi.

Sonraki olası mekân olarak Zığındere’yi seçmiştik. Sargıyeri Şehitliğinden az ileride. Toprak yoldan sahile doğru birkaç kilometre inince deniz kenarına kadar varılıyor. Ancak yol yer yer balçık olduğu için kış aylarında veya yağışlı zamanlarda inmesi ve çıkması riskli bir bölge. Orman işleri yakın zamanda toprak yolu düzeltip genişletmiş. Geçen dozerler yolun iki kenarında sökülen bitkiler ve atılan topraktan bir set oluşturmuş. Toprak yol düzgün olduğu için yağmur yağınca balçık olmuş. Biz inerken gecenin etkisiyle çamur buz tuttuğu için birkaç yer dışından sorunsuz denize yakın bir noktaya kadar indik. Sırtını 2 küçük tepeye dayamış, Gökçeada manzaralı, içinde kuru bir dere olan, ağaçlar altında, bol bol kuru odun bulunan harika bir yer. Sahilden 100 metre ileriye kadar araba ile yaklaşabildik. Daha ileri gidemedik çünkü önümüzde büyük bir balçık alan vardı. 35 – 40 cm. derinlikte traktör tekerlek izleri toprağın ne kadar yumuşak olduğunu gösteriyordu.



Son seçenek olan Despot koyuna gitmekten vaz geçtik ve buraya yerleşmeye karar verdik.

Orası mı burası mı derken, inip çıkarken yine saati 11:30 yapmıştık.

Derhal malzemeleri taşıyıp kampı kurmaya başladık. Bu sefer yanımızda bir kaç yeni malzeme vardı, en uygun şekilde denemek istediğimizden hepsini getirmiştik.

Yeni malzemelerden çadır matını zemini serdik. Bir Decathlon ürünü, uygun fiyatlı oldukça geniş, 4 kişilik çadırların bile altına serilebilecek bir ek koruma. İlk kez ocak ayında kamp yaptığımız için yerden gelecek soğuğu kesmek önemli diye düşünmüştük. Yoldaki çamurun buz tutması, gün ortasında eriyerek balçığa dönüşmesi gecenin nasıl soğuk olacağını işaret ediyordu.

Bu nedenle zemin matının, çadır tabanının direk yerle temasını kesmesi açısından önemli bir fayda sağlayacağını tahmin ediyorduk.

Genelde Gökhan’nın Husky çadırını kullanırız. Çift katmanlı olduğundan 3 mevsim ve sağlam bir çadırdır. Ancak iç katmanın 2 tarafı kapı diğer 2 tarafı ise tül. Sanki kışın pek de sıcak tutmayacakmış gibi izlenim veriyordu. Biz de bir deneme yaptık. Benim 2 kişilik markasız çadırı kurduk. Üzerine Husky’nin direkleri kurduk ve dış katmanını geçirdik.

Olmadı…

Ölçü uyumsuzlukları nedeniyle Husky’nin direkleri ve dış katmanı dengesiz oldu. Biz de benim markasız çadırı toplayıp sadece Husky’yi kurduk.

Sonra iki ağaç arasına Gökhan’nın kalın tırmanma ipinden bir hat çektik. Bu hat tam çadırın üstünden geçiyordu. İpin üzerinden yeni aldığımız 3 x 3 metre ölçüsündeki brandayı atarak, çadır için yağmura karşı ek koruma yaptık. Bu brandanın hemen önüne de oturma alanımızı yağmurdan koruması için benim turuncu ince brandayı serdik.

Böylece hem çadırın hem oturma alanının üzerini kaplamış olduk. Brandanın çadır önündeki iki köşesini 220 cm lik yeni aldığımız teleskobik çadır direkleri ile destekledik. Böylece brandanın uçları hareketimizi engellemeyecek şekilde yüksekte kaldı. Küçük brandanın köşe deliklerinin, teleskobik direklerin ucundan dar olması başta sıkıntı yaratsa da kancalı bagaj lastiği ile gerdirmeleri yapıp sabitledik.

Yeni parakord ipleri ile yeni ip gerginleştiricileri ve yeni alüminyum çadır kazıklarını kullanarak çadırı ve brandaları sabitleyip iplerini gerdirdik. Böylece hem soğuğa, hem yağmura hem de rüzgâra karşı dayanıklı ve korumalı bir alan kurmuş olduk.




Yanımızda benim kamp masam da vardı. İki masayı da kullandık. Birini etrafından oturmak için öbürünü ise servis masası olarak kullandık. Böylece hiçbir mutfak malzemesi yerlerde durmadı.
Gökhan’ın yeşil büyük piknik çantasının içine büyük bir plastik kutu ile tüm yiyecekleri koyduk. Çanta ile plastik kutu neredeyse aynı boydaydı. Böylece yiyecekleri derli toplu ve sürekli kapalı saklayabildik.

Bir de termos getirmiştim. Aslında yolluk çay koymak için almıştım ama tüm kamp boyunca çok işimize yaradı. İçindeki çayı veya sıcak suyu 3-4 saat muhafaza etmesi sürekli su kaynatma ihtiyacını ortadan kaldırdı. Böylece bundan sonraki her kampın demirbaşı arasında girmiş oldu.

Tüm bu denemeler, sökmeler, takmalar, germeler, çekmeler derken saat 14:00 oldu. Ardından kahvaltımızı hazırlayıp yedik ama bu arada saat de 15:30’u bulmuştu.

Etrafta dolaşıp biraz keşif yaptık, parçalanmış bir kayık ve terkedilmiş iki balıkçı barınağı bulduk. Bol bol odun topladık akşam için…

Sonrasında Gökhan dalış denemesi yaparken ben de gece için odunları hazırlayıp, ateş alanını düzenledim.






Gökhan çabuk ve neredeyse tir tir titreyerek döndü. Hemen ateşi yakıp onu ısıttık bu arada da hava kararmaya başladı. Çok acıkmasak da yavaş yavaş yemek hazırlıklarını da giriştik. Bunca zaman aklımıza gelmeyen bir şeyi yapıp, ekmekleri ateşte kızarttık… Gökhan köftelerin yarısını ateşe düşürmese daha iyi olacaktı ama küllü falan demeden hepsini mideye indirdik.

Elbette kumpir, bardak çorba ve çoban salata her zamanki gibi menümüzün vaz geçilmezleri olarak yerlerini aldılar.

Gece boyunca ateş başında sohbet ve içecekleri yudumlamakla geçiyordu ki, sahilde yürüyüş yapmaya karar verdik. Hava durumu zaten yağmur olmayacağını belirtiyordu ama bu kadar açık, rüzgârsız ve ılık bir kış gecesi beklemiyorduk açıkçası. Ay dolunaya yakın evresinde olduğundan hava o kadar aydınlıktı ki fenersiz dolaştık etrafta, hatta yere gölgemiz bile düşüyordu…






Telefon uygulaması ile yıldızları, takımyıldızları, gezegenleri falan tanımaya çalışırken garip bir şey oldu.

Batı yönünde tam Gökçeada’nın üzerinde epey yukarıda, yıldızların arasında soluk sarı bir ışık gördük. Yıldızlar parlak beyaz renkte görünürken, bu soluk sarı renkte görünüyordu. Bak ne kadar farklı, acaba gezegen mi, telefon uygulaması ile ne olduğunu bulmaya çalışalım derken hareket etmeye başladı. Uçak gibi çakarları olmadan sabit soluk sarı bir ışık olarak batıdan kuzeye doğru, uçaktan hızlı yıldız kaymasından yavaş bir hızla hafif bir kavis çizdi. Yaklaşık 1 dakika kadar gözlemledik. Sonra da birden bire kayboldu.

Biz de öylece bakakaldık arkasından…

Aklımızda onlarca soru işareti kös kös döndük kampa. Ilık dedimse o kadar da değil tabi, ateşin başına dönünce aslında ne kadar kuru bir soğuk olduğunu fark ettik.

Kampın üzerine örtüğümüz brandalar, aynı zamanda ateşin sıcaklığını da muhafaza ediyor. Kampın etrafı bile başka yerlere göre birkaç derece daha sıcaktı.

Geceyi sohbet, müzik ve içeklerle tamamlayıp yattık.

Bir gece öncenin uykusuzluğu etkisini gösterdi ve çabucak uykuya daldık. Şişme Decathlon yatağı ve üzerindeki örtü çok iyi iş gördü. Gece sıcaklık sıfırın altına inmesine rağmen neredeyse hiç üşümedik. Gökhan bir türlü uyku tulumuna yerleşemeyip geceyi çadır içinde parendeler atmakla geçirmese daha dinlendirici ve deliksiz bir uyku çekebilirdik.



Sabah kalkıp klasik kamp kahvaltımızı yapıp etrafı derledikten sonra, Gökhan’ın sapan ve okları ile okçuluk çalışması yaptık. Önceleri biraz, özellikle ben, savsak olsak da kısa süre ve birkaç atıştan sonra alışıp çok güzel atışlar yaptık.  Yakın ve orta mesafeden hedef ve ağaç gövdelerine atış yaptık. Sahilde menzil denemesi bile yaptık. Şaşırtıcı şekilde 60 ile 70 metreye kadar ulaştırdık okları.
O kadar eğlenceli geldi ki uzun bir süre oyalandık oklarla. Şurası kesin, kol destekli daha uygun bir sapan ile avcılık için dahi kullanılır. Hatta bir tehlike karışında etkili bir savunma silahı olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Bayağı bir güç gerektiriyor. Bir süre sonra kollarım ve parmaklarım ağrımaya başladı, o derece yorucu bir oyun oldu bizim için…




Gökhan öğleden sonra dalışına gidecekti, ben de otla atacaktım ki, bölgeye balıkçılık için gelmiş 5 kişilik bir arkadaş grubun kampımızı ziyaret etti. Kendileri Çanakkaleli olduklarından bu bölgelere sık sık gelirlermiş. Sağ olsunlar bölge ve yollar hakkında bizi bolca bilgilendirdiler. Biz de onlara kahve ikram edip, en yeni oyuncağımız okçulukla tanıştırdık. Sırayla bol bol ok attılar. Giderken de yolların epeyi balçık olduğunu çıkamazsak kendilerini aramamız söyleyip telefon numaralarını bıraktılar.

Tabi bu arada zaman da geçip gitti.

Onlar ayrılıp olta atmaya gidince Gökhan kısa bir süreliğine dalmaya gitti ben de (yine) olta atamadan kampı toplamaya başladım.

Gökhan yine kısa sürede döndü. Hem suyun soğukluğu hem de balık yokluğu nedeniyle fazla kalamadı.

Yavaş yavaş kalan yiyecekleri bitirip, kampı toparladık, eşyaları taşıyıp arabaya yerleştirdiğimizde saat 18:00 olmuştu ve gün ışığının gitmesine en fazla yarım saat vardı.

Ve sonunda aklımızın bir köşesinde bizi kemiren soru karşımıza dikiliverdi. Eğer yol balçıksa çıkabilecek miydik?

Gelirken buz olan zeminin gün içinde eriyip çamura döndüğü fark etmiştik zaten. Yanımıza gelen balıkçılar da yolda kalırsanız arayın deyince, eyvah dedik, papazı bulduk.

Yola çıktıktan sonra iki yerde hafif saplanır gibi olup aracı geri kaydırdık. Ondan sonra Gökhan bir ralli pilotu edasıyla neredeyse tam gaz, hiç durmadan, arabayı yan yan kaydırarak çamur ve balçıktan geçirip asfalta ulaştırdı. Direksiyonu kaçırsa gelirken gördüğümüz yol kenarındaki bitki ve toprak yığınlarına çakılabilirdik. Herhangi bir tehlike atmasak da oldukça gergin ve heyecanlı bir 10 dakikalık off-road sonrası asfalta ulaşıp, Sargıyeri Şehitliğinde mola verdik.


Sargıyeri bölgenin en ilginç şehitliklerinden biri. Çünkü Gelibolu savaşları sırasında on binden fazla yaralı Osmanlı ve düşman askerlerinin barındığı ve tedavi edildiği bir sahra hastanesiymiş. Bir gün İngiliz ve Fransız zırhlıları denizden 8-9 km içerideki bu sırtı ve sahra hastanesini bombalayınca yaralı Osmanlı ve düşman askerlerinin neredeyse tamamı hayatını kaybetmiş.

Askerleri hemen oraya defnedilmişler. Sonrasında da Türkiye Cumhuriyeti tarafından bölgeye bir şehitlik yapılmış.

Rivayet odur ki, çok yağmur yağıp da toprak akarsa halen topraktan küçük kemik parçaları çıkarmış.
Bu şehitlikten birkaç kilometre ötede, bir doğa harikasının kucağında, nefis bir hafta sonunu tamamlayıp İstanbul’a doğru yola çıktık.


Ocak 2018

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bozcaada ve tütsülenmiş Burak

Balaban'da trekking

Kındıracı İnönü