Egenin Büyük İncisi... Gökçeada...
Egenin Büyük İncisi… Gökçeada…
Yaz başı yaptığımız Bozcaada kampının “ağabeyi” Gökçeada
kampını da bu sene yapmış olmak bana göre mucizeden hallice. Aslında mart
ayından bu yana Atilla’nın da olduğu bir kamp planı peşindeydik. Gökhan da
sürekli Gökçeada’ya gidelim diyordu. Yazın gideriz diye konuşmuştuk. Temmuzda
gideriz dedik. Hatta tarih bile belirledik, 3 hafta öncesinden. Ama olmadı.
Sonra bir hafta arası akşam yemeği buluşmasında Atilla ve Gökhan ile bir araya
geldik ve Kasımın 3. haftası gitmeye karar verdik. Hem de 3 gün için.
Gökçeada’dan beklenti daha fazla. Ufak kardeşi gibi değil.
Oldukça büyük, üzerinde birkaç köy var. Üstelik ulaşmak daha kolay.
Malzemeler toparlandı, iş bölümü yapıldı, Atilla cuma sabahı
5:30’da beni evden aldı. Direk Gökhan’a gittik. Eşyaları Gökhan’ın arabaya
aktarıp yola koyulduk. Tekirdağ yolunda mola verip kahvaltı yaptık. Daha önce
de aynı yerde mola vermiştik. Sahanda yumurta ve çorbaya 60 lira hesap ödedik.
Bir daha burada durmayalım dedik ama yol üzerinde eli yüzü düzgün görünen ilk
yer burası olduğundan hep aynı tuzağa düşüyoruz sanırım. Tuvaletleri oldukça
temiz, yemekler de lezzetli ve belli ki kaliteli malzemeden üretiliyor, ancak
çok da pahalı.
Her zamanki gibi güle oynaya, müzik ve sohbet eşliğinde
Tekirdağ, Keşan, Gelibolu derken Kabatepe’ye geldik ve feribotun kış tarifesi
nedeniyle saat 15:00’de olduğunu öğrendik. İletişim çağında feribot saati
kontrol etmeden feribota gelmek de ayrı bir aymazlık oldu. Mecburen etrafta
zaman geçirecek yer bakalım derken bari yiyecek içecek alışverişimizi aradan
çıkaralım dedik ve Eceabat’a gittik. Önce yol üzerindeki bir kasaba köfte
siparişi verdik. Hazırlaması bir iki saat sürer dediler, dönüşte alırız dedik. Sonrasında
birkaç market dolaşıp alışverişi tamamladık. Doğru düzgün domates ve biber
bulmak için 3 – 4 yer dolaşmak da acayipti doğrusu…
Öğle yemeği saati geldi. Gökhan eskiden çok güzel tost yapan
bir yer vardı oradan tost alırdık, Ayvalık tostu gibi bol malzemeli tost
yapardı, orayı bulalım deyince yine dolaşmaya başladık. Sonunda emin olamasak
da bir yere oturduk ve bol malzemeleri tostları yedik. Çok özel bir yer olmasa
da sahibi ilgili biriydi ve yediğimiz tostlar hiç de fena değildi…
Artık adaya gitmek için her şey hazırdı. Feribota bindik. Gemide Gökhan’ın eski bir arkadaşına denk
geldik. Adada yaşıyormuş. Avcılık, dalış, balıkçılık ve bununla ilgili turistik
hizmetler veriyormuş. Bize gitmeyi istediğimiz yere yakın bir başka yer
önderdi. Marmaros koyunun komşusu, küçük koy... Ama bize göre gerçek Marmaros
orası oldu.
Ve 1,5 saat sonra adaya vardık. Liman ve iskele civarında
hiç yapı yok. Sahil sakin ve bakir. Kısa bir yolculukla adanın merkezine, ilçe gibi
olan Gökçeada’ya vardık. Kasaba gibi bir
yer. Oldukça temiz ve derli toplu. Her tür alışveriş imkânı var. Ufak tefek alışverişleri
tamamlayıp aldığımız yol tarifine göre ve telefon GPS ine bakarak orman yoluna
girdik. Hava kararacağı ve yağmur beklendiği için elimizi çabuk tutmak istedik.
Bu arada ufak bir ada turu da yapmayı ihmal etmedik elbette.
Terkedilmiş Rum köyü ve taş ev mimarisi harika. Bu köy dışında diğer yerler zevksiz
ve kalitesiz laz işi beton binalar. Zaten adada Karadeniz kökenliler
ağırlıktaymış. Zamanında onlar göç etmiş adaya. Maalesef etraf pis ve bakımsız.
Adada kumsallar, tepeler, küçük bir havaalanı, birkaç liman ve balıkçı
barınağı, göl, akarsular ve orman var. Doğası çok güzel. Doğa sporlarına ilgisi olanlar için uygun bir
ada. Bozcaada gibi değil yani.
Vardığımız koy muazzam bir koy. Kuru bir dere yatağı
kenarında, ormanlarla kapalı tepelerin arasında, ağaç altı harika bir düzlük…
Denize sadece birkaç metre mesafede ve hem rüzgâr hem yağmur korumalı, bolca
kuru odun olan, hem dalışa hem kampa uygun, insan denen ama insanlıktan
nasibini almamış gereksiz yaratıklar tarafından az kirletilmiş harika bir yer.
Yaz aylarında kesinlikle tekrar gelinmesi gerekiyor.
Feribot saati yüzünden hava kararmaya yüz tutmuşken
varabildik ve hemen kampı kurduk. E artık elimiz alıştı tabi. Çok fazla zaman
harcamadan hazırlıklara giriştik akşam yemeği için. Bu arada ufak ufak yağmur
atıştırmaya başladı ama hem çadırı ince bir örtü ile hem de oturma alanımızı
outdoor branda ile güvene almıştık. Yağmur bu sefer bizi pek de korkutmadı.
Gece ateşimizi yakıp, yine odun ateşinden aldığımızdan
közlerle kasap köftelerimizi pişirdik. Bu sefer makarna ve çorba da ekledik
mönüye ve tıka basa doyduktan sonra gecenin kalanını sohbet ve içeceklerimizle
geçirip, uykuya geçtik.
Yattıktan sonra güzel bir yağmur başladı. Eşyaları güvene
almıştık. Sabah kalktığımızda fazla bir hasar yoktu. Önümüzde koca bir gün
vardı.
Klasik kamp kahvaltısını yaptık. Sonrasında Gökhan bol bol
dalış yaptı, biz Atilla ile önce etrafta yürüyüş yaptık sonra kamp alanını
derleyip toparladık. Daha kullanışlı bir hale getirdik. Bol bol odun topladık.
Yağmur beklediğimiz için oturma alanı brandasını ve çadır üstü koruma örtüsünü
yeniden düzenledik. Akşam yemeği için hazırlıklarımızı yaptık. Sonra Gökhan
sudan bir balıkla çıkageldi. Evet, akşama yemekte ızgara balık da var. Bol
odun, bol yemek, bol içecek ile bol bol sohbet edilecek telaştan uzak güzel bir
gece bizi bekliyordu.
Öncesinde arabanın yerini değiştirmeye karar verdik. Daha
uygun bir pozisyona alıp bazı eşyaları hem yağmurdan korumak hem de daha rahat
kullanabilmek için arabanın bagajına yerleştirelim dedik.
Ama araba çalışmadı.
Gökhan yüksek kapasiteli şarjlı kafa lambasını arabanın
çakmak çıkışından şarj etmeye başlamıştı. Lamba şarj olmuş olmasına da aküyü de
bitirmiş arada. Allahtan araba düz vitesli ve düz bir alandayız da babadan
kalma yöntemle vurdurup motoru çalıştırdık. Araba boş boş bir saat çalıştı aküsü
şarj olsun diye. Eğer dağ başında olsak ya da araba otomatik vitesli bir model
olsaydı günün geri kalanını önce telefon çeken bir yere yürümek sonra da bizi
kurtaracak bir çekici veya traktör bulmakla geçirecektik.
Böyle bir durumda kalmamak için ben hep pilli ürünler
kullanırım. Kafa lambası, ortam lambası ya da çadır lambası, her ne ise hepsi
pillidir ve yanımda yedek pil de taşırım. Şarjlı hiçbir şeye güvenmemek lazım.
Evet, burada da telefon çekmiyor. Her sınıra yakın yerde ve
sahillerde olduğu gibi burada da 40 km karşımızdaki Semadirek adasından sinyal
aldık ve Yunanistan şebekesi üzerinden eşlere iyi olduğumuzu bildirebildik.
Sonunda Gökhan’ın arabanın pozisyonu değiştirip büyük ve sık
kullanmadığımız malzemeleri bagajda yenide organize ettik. Arabanın bagajını
bir tür depo ya da kiler gibi düzenledik ve hemen çadıra bitişik park ettik. Bundan
sonra araçla benzer şekilde gidilen kamplarda aynı şeyi uygulamak şart. Çok
kullanışlı ve derli toplu oluyor.
Gecenin ilerleyen saatlerinde ara ara yağmur atıştırsa da
bizi hiç etkilemedi.
Gecenin aksiyonu uzaktan bizi izleyen bir çift fosforlu göz
oldu. Ben kedi olduğunu düşünüp ciddiye almadım. Bir gece önce çöp torbamızı
ziyaret eden ve etrafta gezerken çaydanlığı deviren küçük dostumuz da belki bu
kedidir diye düşündüm. Ancak Gökhan ve Atilla işi Blair Cadısına çevirip,
peşinden gittiler. Gecenin yarısını bu parlayan gözlü davetsiz misafiri
kovalamakla geçirdik. Biz kovaladık o kaçtı. Arada sırada peşini bırakınca bu
sefer o geri geldi. En sonunda ağaçlık bir alanın içindeki çalılarda
sıkıştırdık.
Kediymiş… J
Tabi gecenin bir diğer konusuda elini attığı her şeyi kırıp
döken Gökhan’ın sakarlıklarıydı. Bir ara ağaca yaslayıp tepeden tırnağa halatla
sabitlemeyi düşünmedim değil… J
Bu bol sohbetli, kedili, içkili ve eğlenceli geceden sonra
etrafı pek de iyi toparlamadan yattık.
Gece şiddetli bir yağmur yağdı ve ortada bıraktığımız her
şey çamura bulandı. İyi ki bir gün önce araba ve tenteler konusunda önlemler
almışız. Çadır hiç etkilenmedi. Çantalar, yiyecekler bazı malzemeler de arabada
olduğu için etkilenmediler. Ama yeterince iyi açı vermediğimiz oturma alanını
koruyan tente, açıkta kalan sandalyeler, bazı kap kacak, testere, balta hepsi
çamur içinde kalmıştı.
Atilla en erken kalkan olarak etrafı olabildiğince
temizledi, sonra biz de ona katılıp kahvaltımızı yaptık. Meteorolojik haberlere
göre öğleye doğru şiddetli yağmur ve fırtına bekleniyordu ve bundan
haberdardık. Yine de nedense ağırdan aldık.
Planımız göre öğle 13:00 feribotu ile dönecektik. Vakitlice
Kabatepe’ye geçer oradan sonra da biraz daha zaman geçirebilirdik. Hatta adada
gezecek zamanımız bile olacaktı.
Doğa ana ağırdan almamıza kızdı ki toplanmanın ortasında çok
şiddetli bir yağmur indirdi. Yani bunca beklentiye rağmen o yağmura o kadar
fena yakalanmak da bir başka acayiplik oldu. Apar topar eşyaları bagaja,
arabanın içine falan tıkıştırdık. Yedeğimizde yağmura karşı kılık kıyafet
olmasına rağmen onları giymeye fırsat bulamadan sırılsıklam olduk ve yola
çıktık.
Arabamız bir arazi aracı değil, gelirken geçtiğimiz birkaç
kuru dere yatağı, toprak yol ve heyelanlı bazı bölgelerin ne durumda olduğunu
bilmiyorduk. Korkarak çıktığımız yolda bir sorunla karşılaşmadık. Asfalt yola
ulaşınca bir kamelya bulup onun altında ıslak kıyafetlerimizi kuruları ile
değiştirip, ada turu yapmaya başladık. Adanın sahili boyunca etrafında tur atıp
Uğurlu limanında foto mola verdik. Sonrasında Laz koyu, Tuz Gölü, Eşelek Köyü,
civar plajları arabadan görüp Gökçeada merkez üzerinden Kuzu limanı Feribot
iskelesine dönüp feribot sırasına girdik. Önümüzde sadece birkaç araç vardı.
Oradaki küçük çay bahçesinde oturup kahve çay içip feribotun araç kabulünü
bekledik. Bu arada hem rüzgar hem yağmur şiddetini öyle arttırdık ki arabaya
gitmek için 50 metre mesafede bile ıslanmaktan kurtulamadık. Neyse ki bu sefer
montlarımız üzerimizdeydi.
Feribota bindikten sonra hemen yukarı çıkmak yerine apar
topar arabaya doldurduğumuz eşyaları boşaltıp hepsini düzenledik, çöpleri
ayırdık, temizliklerini yaptık, kurulayabildiklerimizi kuruladık ve tekrar
bagaja yerleştirdik. Yolcu salonunda çay bisküvi molasından sonra Kabatepe’ye
vardık.
Bari bir yerlerde oturalım dedik, birer kahve içeriz diye
düşündük ama Kabatepe iskelesindeki küçük kır kahvesini ve etrafındaki tipleri
beğenmeyince Gelibolu’ya gidelim dedik. Gelibolu’ya girer girmez kaşımıza çıkan
devasa feribot kuyruğundan kurtulmak için ara sokakları kullanıp Gelibolu
sahiline girdik, birkaç tur attıktan sonra Gelibolu’da oturacak düzgün bir yer
bulamayıp yola devam ettik. Sonunda Miller Petrol Ofisinde hem Hayvanat
bahçesini gezdik hem de kısa bir mola verdik.
Devamında Yamanlar peynirden peynir, Özcanlar Köfteden Köfte
alışverişi yapıp İstanbul’a vardık.
Gökhan’ın evinden Atilla’nın arabasına geçiş yapıp,
Kâğıthane’ye vardığımızda kendi evimin yolunu bulamıyordum neredeyse.
Yokluğumda bütün yolları değiştirip tek yön yapmışlar. Baya bir turlayıp eve
ulaştık.
Böylece bir güzel gezinin daha sonuna gelmiş olduk. Tüm
zamanların en verimli kamp ve doğa yılı oldu diyebilirim.
Umarım 2018 de böyle verimli geçer. Büyük planlarımız ve
güzel hayallerimiz var.
Kasım 2017
Yorumlar
Yorum Gönder