Yakında bir uzak diyar, İğneada

Çocukluğumdan beri doğa ile yakın olmayı sevmişimdir.
Neyse ki ilk gençliğimde arkadaşlarım da benim gibiydi. Onca yoklukta doğa yürüyüşü ve kamp hayalleri kurar, tek kaynak olan Atlas dergisini elimizden düşürmezdik. Ne gerekli malzemelere ulaşma imkanı vardı, ne de ulaştığımızı alacak paramız. Şimdiki gibi onlarca mağaza yoktu ve olanlardan bir şeyler almak bizim için imkansızdı. Ama bir yolunu bulup derme çatma malzemeler ile doğa yürüyüşü yapar, kamp kurmak için dağlara vururduk kendimizi...
Sonra zaman değişti, hayat değişti, biz değiştik. Şimdi malzeme bol, nispeten ucuz ama zaman ve fırsat az.
Şartlar değişse de, bazıları iyileşse bazıları kötüleşse de değişmeyen tek şey doğanın aralıksız devam eden çağrısı ve yarattığı coşku.
Bu yaz, çağrıya daha fazla kayıtsız kalamadık ve can dostum Gökhan Kadrioğlu ile İğneada'ya gitmeye karar verdik.
İğneada Kırklareli'nin Demirköy ilçesine bağlı bir sahil kasabası. Trakya'nın Karadeniz sahilinde Bulgaristan sınırından kuş uçuşu 10 km. mesafede, Türkiye'nin kuzeybatı ucunda bir doğa harikası. Burayı seçmemizin sebebi Longoz ormanları idi. Plan, sabah İğneada'ya otobüs ile gidip bugün Milli Park olan ve koruma altında olan ormanlarda yürüyüş yapıp gece kamp kurmaktı.
Longoz ormanları dünya üzerinde nadir bulunan ekosistemlerdir. Su basman ormanı da denir. Akarsuların denizle buluştuğu noktalarda oluşturdukları göller sistemi ve orman tabanını kaplayan sulak arazilerden oluşur. Amacımız bu ormanları görmek idi. Ancak doğa daima kendi istediğini yaptırıyor, sizin ne istediğiniz hiç umurunda değil.
İğneada'ya ulaşmak için malzemeleri hazırlayıp sabah saat 6:00'da evden çıktık.
Malzemeler çantaya girmeyi bekliyor
Metro ile Bayrampaşa otogara giderek Berk ve Görkey Turizm otobüslerine bindik.Bilet fiyatı 30 TL. Firma telefonu 0212 658 01 65.
İğneada İstanbul'dan 250 km. mesafede ve yol otobüsle 4 saatten biraz fazla sürüyor.
İğneada'ya varınca akşam yemeği için marketten alışveriş yaptık ve önceden planladığımız rota için yürüyüşe başladık..





Yola çıkış







Rota başlangıcına doğru yürürken İğneada Longoz Ormanları Milli Parkı tanıtım ofisini gördük. İçeri girip yardımsever görevliden yürüyüş rotası, göller ve dereler hakkında bilgi alıp, rotamızı değiştirdik ki bu bizim en büyük hatamız oldu.
Görevli deniz kenarına gidip, bölgenin en büyük göllerinden olan Mert gölünün denizle birleştiği noktadan karşıya geçmemizi ve göl boyunca patikadan yürümemizi önerdi. Ama göl kenarına gelince göl ile deniz arasında bir insan boyundan fazla derinlikte ve yaklaşık 25 metre genişliğinde bir boğaz ile karşılaştık.Elbette o boğazı yürüyerek geçmemiz mümkün olmadı ve gölün ters yakasından yürüyerek etrafından dolaşmaya karar verdik. Göl kıyısından yer yer 50 hatta 100 metre içeri kadar zemin balçık olduğundan yürümek zorlaştı ve biz gölün kıyısı yerine orman içinden yürümeye başladık. Bu da yolumuzu uzattı ve bize çok zaman kaybettirdi.
Orijinal rota
Ve doğa kendi planını uygulamaya koydu. Önce son derece pis bir sokak köpeği peşimize takıldı. O pisliğin ardında çok sevimli ve oyuncu bir karakteri vardı. Çamurlu beyaz gövdesinde ufak siyah lekeleri vardı ve başı kapkaraydı. Bir klasik olarak kendisine Karabaş diye seslenmeye başladık. Bir süre sonra peşimizi bırakır dedik ama doğa planını yapmıştı, biz istemesek bile. Karabaş bizi bir daha bırakmadı...
Boğaz kenarında ilk hayal kırıklığı

Karabaş

Boğaz kenarından ayrılıp Karabaş ile birlikte balçıktan uzaklaşıp, göl kenarındaki evlerin arasından ormana doğru ilerleme başladık. Sonunda evlerden ayrılıp kendimizi ormanın içine atmayı başardık ancak doğanın tek planı bize Karabaş'ı vermek değildi... Az sonra parlak güneş yerini gri bulutlara bıraktı, uzaktan derin uğultuya benzer gök gürültüleri duyulmaya başladı. Serinleyen ve kararan hava, esen rüzgar ve artık gök yüzünü bile görmeyi zorlaştıracak kadar sıklaşan ormanın içinde yarı kuru yarı çamurlu zemin üzerinde ilerlemeye çalışıyorduk... Kaçınılmazın olmasını beklerken ağır ama emin, hedefimize varmayı aklımızdan çıkarmıyorduk. Sık bitki örtüsünün arasından gökyüzüne bakınca batıya doğru akan ve sıklaşan bulutlardan rüzgarın doğu batı yönünde estiğini anlayabiliyorduk. Ve o derin uğultu doğudan geliyordu. Doğaana bizi fazla bekletmedi. saat 14:00 sıralarında gök gürültüsü artık uzak uğultu olmaktan çıkmış, tam tepemizde şimşekler eşliğinde gümbürdemeye başlamıştı. Ebette bardaktan boşanırcasına yağan yağmurla birlikte. Derhal büyük bir ağacın altında yağmurlukları giyip su geçirmez botlarımıza güvenerek yola devam ettik. Ancak toprak gökyüzünden aldığı emaneti biran önce geri vermek üzere aldıklarını bir araya toplamalıydı. Üzerinden  geçtiğimiz çamurlu küçük su yatakları artık birer dereye dönüşmüştü ve etrafımız onlarca küçük dere ile çevrilmişti. Hangi yöne gitsek önümüze bir dere çıkıyor aşabildiğimizi aşıyor, aşamadığımızın etrafından dolaşmaya çalışıyorduk.
Dere engelleri

Dağlardan gelen su göllere ve denize ulaşmak için akarken beraberinde getirdiği dal ve odun parçaları bazı yerlerde köprüler oluşturmuştu. Bu köprüler civarda yaşan insanlar tarafından da desteklenmiş, adeta kunduz barajı gibi setler oluşturmuştu. Bu setlerden birini aşmaya çalışken beklenen oldu ve dizlerimize kadar suya gömüldük. Önce ben, sonra Gökhan... Üzerimdeki kıyafetler belli bir seviyeye kadar su geçirmez ama artık saat neredeyse 16:00 oldu ve hala yağmur altında artık su geçirmezlik diye bir şey kalmadı.
Bu arada Karabaş'a bir arkadaş daha gelmişti. Boynundaki mahmuzlu tasma bir sahibi olduğunun işaretiydi ama etrafta sahip falan yoktu. Önce o gelmiş olsa Karabaş ismi ona yakışırdı çünkü simsiyahtı. Ona ayrı bir karizma katan tasmasından dolayı daha karizmatik bir isim verip, Gölge dedim.. İlk başta rahatız eden Karabaş, ona katılan Gölge ile birlikte güven vermeye başlamıştı. Gölgenin boynundaki mahmuzlu tasma civarda yaşaması olası kurt ve çakallarla daha önce de karşılaşmış olma ihtimali güçlendirdiğinden tecrübeli bir savaşçının yanımızda olması sadece güven verirdi, verdi de...
Karabaş, Gölge ve umutların tükendiği an...

Bata çıka, düşe kalka ta en baştan yürümemiz gereken patikaya ulaştığımızda Milli Park tanıtım ofisindeki görevlinin bize mihenk olarak söylediği yol üstü kamelyayı gördük. Piknikçiler için yapılmış kamelya en azından üzerindeki çatı ile bizi yağmurdan koruyacaktı. Orada 4x4 aracı ile gelmiş iki kişi ile karşılaştık. Benzer bir amaç için oraya gelmiş, yağmur ile kabaran dereler ve çamur yüzünden araçları ile ilerleyememiş, kamelyada mangal yakıp, yemek yemeğe karar vermişler. Her doğa dostunun kendi gibilere yapacağı gibi bizi yemeğe davet ettiler, belki bir kadeh rakı ile artık iyiden iyiye üşüyen bedenimizi bir nebze olsun ısıtabileceğimizi söylediler... Ama biz Hamam gölüne, Longoz ormanlarına ulaşmalıydık. Biraz dinlenip artık tamamen sırılsıklam olmuş kıyafetlerimizin suyunu sıkıp, onlardan yön bilgisi istedik. Verdikleri cevap ulaşamazsınız oldu. Yağmur kılıfından çıkartmadan telefonun GPS'i ile bulunduğumuz yere bakınca kabul etmesek de haklı olduklarını anladık. Deniz kıyısından birkaç kilometre mesafedeydik ama nihai hedef Hamam gölü hala çok uzaktaydı. Saat çoktan 17:00'yi geçmişti ve hava kararmadan ormandan çıkmak gerekiyordu. Hava her ne kadar 21:00 civarı kararıyor olsa da yeniden hızlanan yağmur ve bulutlar yüzünden zaten kararmış sık orman dokusu yüzünden belki de saat 20:00 bile olmadan etraf kararacaktı.
Dere yatağından yürürken


En iyi yolun sık ormana dalıp, deniz kenarına ulaşmak ve ormanın kumsal ile birleştiği yerden yürümek olduğuna karar verip, GPS yardımıyla ilerlemeye başladık. Karabaş ve Gölge bize yol gösteriyordu zaman zaman... Sonunda kumsala ulaştık ve yağmur yeniden bizi ezmek istermiş gibi yağmaya başladı. Sık bir bodur bitkisi altına sığınıp hem bir şeyler yemek hem de yağmurun dinmesini beklemek için oturduk. Çantaları açınca artık ötelenemez sonun geldiğini anladık. yedek kıyafetler, çadır, uyku tulumu, matlar... Her şey ıslanmış, artık çantalar gelen suyu olduğu gibi içine almaya başlamıştı... Birbirimize baktık, havaya baktık, saate baktık, Hamam gölü ile olan mesafemize baktık, baktık, baktık.. Ve kumsalı takip edersek İğneada'dan sadece 4 kilometre uzakta olduğumuzu görünce geri dönmeye karar verdik.
Doğa sizin değil benim dediğim olacak dediyse orada durmak gerekir. Doğa sporunun ilk kuralı yenilgiyi zamanında kabul etmektir. Biz de öyle yaptık. 6 saat sık ormanın içinden yürüyerek etrafından dolaştığımız Mert gölünün deniz tarafındaki kumsaldan yürümeye başladık. Buna en çok sevinen Karabaş ile Gölge oldu sanırım çünkü kumsalda çok eğlendiler...
Ormanda bir dere yatağı


İğneada'ya yaklaşınca deniz kenarında büyük bir ağaç altında rüzgar yüzünden dağılmış bir çadır ve malzemeler bulduk. Önce biraz endişelendik. Deniz tarafına ve göl kenarına baktık ama kimseyi göremedik. Çadırı düzeltip etrafa saçılmış eşyaları içine koyup İğneada'ya doğru yürümeye devam ettik.
Aklımızda tek soru vardı... Günün başında yolumuz kesen o boğazı nasıl geçecektik. Islanmak sorun olmaktan çıkalı çok olmuştu. Tek şansımız yüzmekti. çantaların batmamasını umarak 25 metrelik boğazı yüzecektik. Sonrada kalacak bir yer bulacaktık. Hiç konuşmadan sadece son derece eğlenen yoldaşlarımızın haline gülümseyerek boğaza geldik....

Tam kendimizi suya atacakken karma devreye girdi... Karşı kıyıdan bir balıkçı bize baktı... Etrafta ondan başka da kimsecikler yoktu...Sandalını yeni bağlamıştı.. Ve belli ki evine doğru yürüyordu... Durdu, bize baktı, sandalına doğru geri döndü, ipini çözdü, kürek çekmeye başladı ve yanımıza geldi... Tek kelime etmemiştik, balıkçıya seslenmemiştik...İçimizden attığımız çığlıkları saymazsak elbette...

Yanımıza geldi, atlayın bakalım dedi. Hiç farkında olmadan belime kadar suya girip sandala çantamı koydum, sonra tırmanıp içine oturdum... Gökhan tuhaf tuhaf bana bakıyordu... Neden öyle baktığını hiç düşünmedim, o an aklımdaki tek şey Karabaş ile Gölge'yi de sandala almanın bir yolunu bulmaktı... Bağırdım, ıslık çaldım, seslendim, emir verdim ama nafile... Gökhan da binince balıkçı küreklere asıldı... "Bizim için mi geri döndün?" deyince, "Elbette" dedi... "Nasıl geçecektiniz karşıya?" "Yüzerdik" deyince sadece gülümsedi... Ben köpekler diyecek oldum, onlar geçer merak etmeyin dedi.. Sanki ondan onay beklermiş gibi ikisi de suya atladıkları gibi sandalın yanından karşı kıyıya yüzdüler...
Balıkçı ile kısa bir sohbet kurduk, nasıl teşekkür ederiz diye düşünürken taze balıklarını bizimle paylaşabileceğini ona misafir olabileceğimizi söyledi... 5 saattir yağmur altında yürümemiş olsam ve az önce belime kadar göle girmiş olmasam aslında çok güzel bir teklifti ancak kibarca geri çevirdik... Gözümüzün içine bakıp, varsa bir sigaranızı alırım dedi... Bir dal beraber tüttürdük, verdiği keyif tarifsiz... Bir dal da yolluk yaparsın dedik, teşekkür edip ayrıldık...
Orman içi

Artık evlerin arasında yürüyüp kalacak bir pansiyon aramaya başlamıştık. Saat 19:00 olmuş Doğaana dalga geçer gibi güneşi yeniden açığa çıkartmıştı... Bu sırada etrafımızı onlarca köpek sardı... Çok garip bir durum oluşmuştu... Uzaktan bize doğru havlayan köpeklere yenileri eklenmiş, bu sırada yanımızdan ayrılmayan yoldaşlarımızın havlamalarıyla bize başka köpekler de katılmıştı. Sanki rakip iki çete atışıyor, biri onları bize verin derken diğeri hayır onlar bizden diyordu...

Bir küçük otobüs dolusu kampçı çıktı karşımıza, bize kamp için yer sordular... Başımıza gelenleri kısaca anlatınca hevesleri kaçtı mı bilemem ama kendi başlarına bir yerler bulamaya karar verip, uzaklaştılar..

Bu hengamede bir evden çıkan adama pansiyon nerede buluruz diye sorduk... Burası pansiyon zaten deyince hiç sorgulamadan içeri girdik. İki katlı binanın merdivenlerinden indi, yan tarafından bahçeye açılan bir kapıyı açıp bizi içeri aldı, orada iki kapı daha vardı, o kapılardan birini açınca iki oda, mutfak ve banyodan oluşan bildiğimiz bir dairenin içinde bulduk kendimizi...

Artık yoldaşlarla vedalaşma vakti gelmişti... Onları gönderip odaya girdik ve ev sahibimizin verdiği elektrik sobasını kurduk. Tamamı ıslanmış eşyalarımız çıkartıp etrafa yaydık ve kurutmaya çalıştık...

Kamp ocağı ve konservelerimizi çıkartıp, orman yerine bir pansiyonun mutfağında yemekleri hazırlayıp, yıldızların altı yerine masasız bir odanın ortasında TV seyrederken yedik. Ve yatıp uyuduk...

Sabah, kalan yemekler ile kahvaltımızı yapıp; evden çıktık. Bu sefer etrafta hiç köpek yoktu... Hava pırıl pırıldı... Hafta sonu için gelenler yavaş yavaş etrafa yayılmaya başlamıştı... Önümüze genç bir çift çıktı... Çantalarından tanıdık, dün gördüğümüz dağılmış çadırın sahipleri... Neyse ki başlarına bir şey gelmemiş... Yolda beraber yürüyüp sohbet ettik ve az sonra iyi şanslar dileyip ayrıldık... Güzel manzaralı çay bahçesinde çay içip erken saate değiştirdiğimiz otobüs biletlerimizi alıp, beton ormanı sevgili İstanbul'umuza doğru yola çıktık...

Doğa bu sefer kazandı. Ama biz yenilmedik.. Doğa rakip değil, dost... Bize belki de yanlış zamanda yanlış yerde olduğunuzu kendi dilinde anlattı... Önemli olan onu dinlemekti ve biz de öyle yaptık..

Ama alınacak bir rövanş var...









Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bozcaada ve tütsülenmiş Burak

Balaban'da trekking

Kındıracı İnönü